Samsun İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü

Masallar

Yörede yapılan derlemeler sonucunda tespit edilip kayıt altına alınan masallardan örnekler:

Bir Adam ve 7 Evladı:
Bir adamın 7 tane çocuğu varmış. Babaları bir gün çocuklarına “Beni ne kadar seviyorsunuz?” diye sormuş. Büyükten küçüğe doğru en büyük çocuğu bal gibi, iki tanesi şeker gibi, iki tanesi pekmez gibi, en küçük iki tanesi de tuz gibi severiz demiş. Baba tuz gibi severiz diyen çocuklarına “Sizinle ormana odun kesmeye gidelim” demiş. Ormana gitmişler. Baba çocuklarına “Burada oturun beni bekleyin demiş”. Babaları bunları akşam olunca ormana bırakıp eve dönmüş. Bakmışlar ki babaları yok. Çocuklar eve dönmeye uğraşmışlar ama evin yolunu bulamayıp kaybolmuşlar. Bir iz bulmuşlar fakat ize de su dolmuş. Kız çocuğu erkek kardeşine “Sen bu sudan iç” demiş. Erkek çocuğu suyu içmiş ve geyik olup gitmiş. Sonra kız çocuğu bir çeşme bulmuş, çeşmenin yanında da kavak ağacı varmış. Kız ağaca çıkmış. Sabah olunca bir adam atlarını sulamaya gelmiş. Ağaçtaki kızın gölgesi oluğa düştüğünden atlar korkup su içememiş. Sahibi de “Neden içmezler hep içerlerdi” diye düşünmüş. Bakmış ki ağaçta çok güzel bir kız. Adam kıza “Ağaçtan in, atlar korkuyor su içemiyor” demiş. Kız da “İnmem” demiş. İnerdin inmezdin derken atların sahibi köye gitmiş. Babası köyün ağasıymış. Köyü toplayıp gelmiş. Ağacı kesmeye uğraşmışlar. Çok kalın bir ağaç olduğu için yorulmuşlar, “Yarın keselim” demişler. Geyik olan kardeş gelip ağacı yalaya yalaya bütünleştirmiş. Sabah olunca köylüler gelip bakmışlar ki kavak ağacı bütünleşmiş. Adamlar uğraşmışlar ama yine kesip kızı indirememişler. Yaşlı bir kadın gelmiş, Allah tarafından olacak ya “Ağaç eğil” demiş ve ağaç eğilmiş. Kızı alıp köyün ağası olan adamın evlendiremediği kel oğluyla evlendirmişler. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Günün birinde kızın fakir olan babası bunları aramaya çıkmış. Gece olmuş, “Misafir olarak köyün ağasına gidersen o seni eve alır karnını da doyurur” demişler. Köyün ağasının evine geldiğinde bir de bakmış ki kızı. Birbirlerini hemen tanımışlar ve sarılmışlar. Kayınpederi “Kim bu, nerden tanıyorsun?” demiş. Kız “Bu benim babam” demiş. Sonra köyün ağası, fakir adama bir çift öküz vermiş. Adam öküzleri evine götürmüş. Çocuklarını toplamış onlara “Hani nerde bal gibi, şeker gibi, pekmez gibi sevenler. Ne yaptınız bu zamana kadar?” demiş. “Bak tuz gibi seven kardeşiniz bana öküz verdi. Çiftimi artık sürebileceğim. Beni en çok seveniniz tuz gibi seveniniz” demiş. (Havza)

Üç Hırsız:
Üç kişi varmış. Bu üç kişi soyguna çıkmışlar. Yolda giderken bir yolcu görmüşler. Karşıdan üzerlerine doğru eşekle gelirmiş. Gelen ihtiyar bir adammış. Bu üç kişi bu eşeği nasıl çalarız diye plan yapmışlar. En büyükleri “Adı Musa ise”,  ortanca ise “Boyu kısa ise”,  en küçükleri de “Sakalı da köse ise” bu adamı hemen soyalım demişler. Önünü kesmişler, adamı durdurmuşlar. İhtiyar “Bu eşek kaç yıldır benim sizin olamaz” diyerek vermek istememiş. Ancak adamın elinden eşeğini almışlar. “Seni biz tanıyoruz biliyoruz” demişler. O da “Nerden tanırsınız, nerden bilirsiniz?” demiş. En büyükleri “Adın Musa değil mi?” İhtiyar adam “Musa”; ortanca “Boyun da kısa değil mi?” İhtiyar adam “Kısa”; en küçükleri de “Sakalın da köse değil mi?” İhtiyar adam “Köse” demiş. “O zaman bu eşek bizim” demişler ve eşeği almışlar. İhtiyar adam bunları mahkemeye vermiş. Mahkeme bunları dinlemiş. Hâkim, “Size iki sorum olacak eğer bunları bilirseniz size bu eşeği vereceğim” demiş. “Şimdi dışarı çıkın ben çağırınca gireceksiniz.” diye de eklemiş. Kardeşler dışarı çıkmış. Hâkim “Yorgan getirin, yorganın altına da portakal koyup kapatın” demiş. Üç kardeş gelmiş. Hâkim “Bilin bakalım bu nedir?” demiş. En büyük kardeş “Kardeşlerim bu yuvarlak bir şeydir”, ortanca “Kabuğu kırmızıdır”, en küçükleri de “Yuvarlaksa, kabuğu da kırmızıysa bu portakaldır” deyip geçmiş. Yorganı açıp bakınca içindekinin portakal olduğunu görmüşler. Hâkim şaşırmış ama ikinci sorusunu sormak istemiş. Yorganın altına horoz koymuşlar. Hâkim bunları çağırıp “Yorganın altındakini bilin” demiş. En büyükleri “Kardeşlerim bunun başı tarak gibidir”, ortanca da “Kuyruğu orak gibidir”, en küçükleri de “Bunun başı tarak gibi, kuyruğu da orak gibisiyse bu horozdur” demiş. Yorganı açıp bakınca içindekinin horoz olduğunu görmüşler. Hâkim bunları serbest bırakmış, eşeği de almışlar. Bu masal da böylece bitmiş. (Havza)

Köseli Köy ile Kelli Köy:
Köseli Köy ile Kelli Köy varmış. Köseli Köy’de köseler, Kelli Köy’de keller yaşarmış. Bu köylerdeki adamlar sürekli birbirleriyle kavga ederlermiş. Bir gün Kelli köyünden bir kel adam, Köseli köyünden geçmiş. Köseli köyünden bir adam da yama bir tarlada çift sürüyormuş. Kel, köseye “Kolay gelsin” demiş. Köse de kele “Hoşgeldin” demiş. Kel “Yav gardaş, bu öküzün biri yüksek biri alçak” demiş. Köse bakmış ki gerçekten öyle. “He ya gardaş, doğru söylüyon, napsak” demiş. Kel “Napacağı var mı? Üst yandakinin ayaklarını kes denk olsun” demiş. Daha sonra adamın yanından gitmiş. Saf köse dediğini yapmış ve öküzün ayaklarını kesmiş, öküz ölmüş. Köse kelin yaptığı hileyi anlamış. Zaman geçmiş, köse intikam almak için yanına bir hırsız alıp kelin köyüne gitmiş. Bakmışlar ki kel adam yama bir tarlada çift sürer. Hırsıza “Arkadaş ben şimdi yama aşağı bağırarak koşacağım, o da peşime koşar. Sen de öküzü götür” diye tembih etmiş. Sonra köse yamaç aşağı “Şaştım şaştım, ben bu işe çok şaştım” diye bağırarak koşmuş. Kel “Dur” demiş durmamış. Peşinden bir şey oldu diye o da koşmuş. Kel koşunca hırsız öküzün birini alıp ortadan kaybolmuş. Peş peşe yama aşağı inen köse ile kel durmuşlar. Kel “Yav gardaş neye şaştın?” demiş. Köse: “Şu tarladaki tek öküzle çift sürene şaştım.” demiş. Kel yukarıya doğru bakmış, tek öküz olduğunu görmüş. “Valla gardaş bende şaştım” demiş. (İlkadım)

Hava Aynı Hava:
Köyde Hava adlı bir kadın varmış. Kadın her gün “Hastayım” der yerinden kalkmazmış. Kocasıyla hiç ilgilenmez ve kocasına yemek hazırlamazmış. Onunla oturup yemek yemezmiş. Adam bir gün çatıya saklanıp karısını gözlemiş. Kadın kocası gittikten sonra dört kaşık tereyağına dört yumurta kırıp yemiş. Adam başka bir gün tekrar çatıya saklanmış. Kadın yine dört yumurtayı dört kaşık tereyağı ile pişirmiş. Kadın başka bir odaya gidince adam saklandığı yerden inip tavanın içine dört yumurta ile dört kaşık tereyağı daha eklemiş ve tekrar saklanmış. Kadın tavayı önüne alıp yemeye başlamış. Ye ye bitirememiş. Kadın bu sefer gerçekten hastalanmış. “Hava aynı hava, tava aynı tava. Bu sefer ben hastayım galiba” demiş. (İlkadım)

Ağa ile Çoban:
Ağanın yüz tane koyunu varmış. Bir çoban bulup koyunlarını teslim etmiş. Aradan biraz zaman geçtikten sonra çoban ağadan habersiz koyunların hepsini satmış. Ağa koyunlarına bakmak için çobanın yanına gelmiş, beraber sofraya oturup yemek yemeye başlamışlar. Ağa çobana “Ne kadar koyun var, eksik var mı?” diye sormuş. Çoban da koyunları sattığı için kendince kurnazlık düşünüp şöyle bir hesap yapmış: “Kayadan uçtu baş toklu, peşine düştü beş toklu, onunu verdim kasaba, onunu katma hesaba, bir gece hava çok bozuk, gök çatladı, yetmiş ikisinin ödü patladı, birisini kurt kaptı, al birisinin de derisi” demiş ve hesabı yüze tamamlamış. Doğru hesap veren ve sayıyı yüze tamamlayan çoban karşısında ağa ne yapacağını şaşırmış, sofrada bulunan yoğurt tabağını yüzüne yapıştırıp “Böyle doğru hesap veren çobanın yüzü ak olsun” demiş ve çobanı affetmiş. (Yakakent)

Kazanda Kaz:
Adamın biri bir köyde misafir olmuş. Evden güzel yemek kokuları geliyormuş. Gelen kokudan için için sevinen misafir, ev sahibi dışarı çıkınca merakına yenik düşerek yemek kazanının kapağını açmış ve içinde bir kazın piştiğini görmüş. Gel gör ki akşam olup, sofra kurulmuş ancak kaz sofraya gelmemiş. Misafir için için kazı düşünmüş. Kazı yemeden bir yere gitmeyeceğine dair de kendi kendine inatlaşmış. Sabah olmuş ancak ev sahibine bugün de gitmeyeceğini ve gece burada kalacağını söylemiş. Akşam olmuş ama kaz yine sofraya gelmemiş. Biraz zaman geçmiş ve misafir bulduğu ilk fırsatta aşhaneden kazı almış ve duvarda asılı bir dağarcığa koymuş. Giderayak ev sahibine dönerek  “Dayı ben artık gidiyorum, yalnız gideceğim yeri ben bilmiyorum. Sen bana yolu göster olur mu?” demiş. Ev sahibi de “Olur yeğenim, ne demek, düş peşime” demiş. Misafir ev sahibinin peşine düşmüş. Ayrılma yerine gelip tam vedalaşırken ev sahibine “Dayı, sana bir şey soracağım. Kazın kazan kalesinden çıkıp dağarcık ovasına girdiğini bilir misin?” demiş. Ev sahibi “O günlere yetişmedik yeğen” demiş ve kazı yemek için eve dönmüş. Döndüğünde bir bakmış ki kaz yok. “Ahaaaa... Çakal oğlu çakal bana anlattı ama ben anlayamadım” demiş.(Yakakent)

Topal Arı:
Yıllar önce köyün birinde bir adam yaşarmış. Bu adamın yirmi petek arısı varmış. Arıların en kıymetlisi de bir topal arıymış. Bu adam bir gün çarşıya gidecekmiş. Çarşıya gitmeden önce oğluna “Arılara özellikle de topal arıya iyi bak” demiş. Adam çarşıya gidince hırsızın birisi topal arıyı çalmış ve onu tarlaya götürmüş. Öküzün yanına koşmuş “Koş oğlum” diye çift sürmüş. Aradan çok geçmeden arının sahibi olan adam eve gelmiş ve arıları kontrol etmiş. Bakmış topal arı yok. Oğlunu çağırmış ve “Nerde topal arı, nereye gitti” diye sormuş. Oğlu “Bilmiyorum baba, buralarda olması lazım” diye cevap vermiş. Adam “Uyudun mu yoksa oğlum?” demiş. Oğlu da “Hayır uyumadım” demiş. Gittikçe öfkelenen adam oğluna dönmüş ve “Horozu al getir, biniti de hazırla” demiş. Oğlan binit takımlarını hazırlamış eğeri de horozun sırtına vurmuş. Adam da horozun sırtına binerek avludan çıkmış. Adam tarla çayır dolaşırken bir de ne görsün, birisi öküzün yanında topal arıyla birlikte çift sürüyor. Derken o esnada bir kavga bir gürültü olmuş ve topal arı öküzün yanından sıyrılmış ve evin yolunu tutmuş. Adam, arıya yetişeyim diye yokuş aşağı hızla gelirken horozun sırtındaki eğer de iyiden iyiye vurmuş. Öyle bir hale gelmiş ki horozun sırtı kıpkızıl olmuş. Adam bakmış olacak gibi değil horozu iyileştirmek için doktora gitmiş. Doktor “Şu ilaç iyidir” deyip ilaç verse de ilaç çare olmamış. Adam başka bir doktora gitmiş, o da bir başka ilaç vermiş ama o da iyi gelmeyince son çare deyip bir diğer doktora gitmiş. Son gittiği doktor “Ne oldu” diye sormuş. Adam “Böyleyken böyle oldu sonunda horozumuzun sırtı eğerden dolayı kıpkızıl yara oldu" diyerek durumu anlatmış. Doktor: “Yeşil ceviz sürün yaraya, acı yeşil cevizin suyu iyi gelir, iyileşir” demiş. Adam, ceviz ağacından cevizi koparıp horozun yarasına sürmüş ve cevizi sürdükçe yara iyileşmeye başlamış. Horozun yarasına ceviz suyu süre süre horozun sırtında bir ceviz fidanı bitmiş. Horoz tamamen iyileşmiş ama git gide sabitleşmiş ve olduğu yerde kalmış. Adam oğluna dönerek “Şu horoz bir yere kımıldamıyor, bari bir yol kenarına dik de gelen geçen cevizinden faydalansın” demiş. Oğlu da babasının dediğini yapmış ve horozu bir yol kenarına dikmiş. Üç gün beş gün derken seneler atlamış ve horozun sırtındaki ceviz fidanı büyümüş ceviz vermiş. Yoldan geçen çocuklar cevize taş atmışlar. Bu taşlar ceviz ağacının üstünde birikmeye başlamış ve zamanla ceviz ağacının üzerinde bir dönüm tarla oluşmuş. Horozun sahibi bunu görünce “Bu tarlayı ne yapalım?” demiş. Oğlu da “Sen dur ben bu işi bilirim” demiş. Saban ve boyunduruğu beline, öküzleri cebine almış. Önce horoza sonra da cevize basarak tarlaya çıkmış. Tarlayı bir güzel sürmüş ekini ekmiş. Tekrar saban ve boyunduruğu beline öküzleri de cebine koyarak önce cevize sonra horoza basarak geri inmiş. Aylar sonra ekinler büyümüş. Oğlan önce horoza sonra cevize basarak ekinleri biçmek için tarlaya çıkmış. Bakmış tarlada bir domuz geziyor. Elindeki orağı domuza doğru atmış. Orak havada gitmiş ve domuzun kulağına saplanmış. Domuz kaçmış orak biçmiş, domuz kaçmış orak biçmiş, tarla biçilmiş domuz yıkılmış. Daha önceden oğlanı tepede ekin ekerken gören değirmenci külden bir çörek yapıp bulup yesinler diye taşın altına saklamış. Sonra da nerede sakladığını deftere yazmış ve tarlaya bırakmış. Oğlan tarlada gezerken defteri bulup okumuş ve değirmencinin hazırladığı çörekleri saklandığı yerden alarak babasıyla birlikte afiyetle yemiş. Baba oğul çöreği yedikten sonra horozun sırtında büyüyen ceviz ağacının tepesindeki tarlada biçilmiş olan mahsulü aşağı indirmişler. Burada harman yapıp buğdayı ambara, samanı samanlığa doldurmuşlar. Adam bu seneki mahsulün kendilerine yetmeyeceğini anlayınca oğluna; “Ne yapacağız” diye akıl danışmış. Oğlu da “Ne yapalım baba İstanbul'a gider bir işe girer çalışırız” demiş. Neyse baba oğul yola düşmüş. Yolda giderken yolun kenarında karpuz satan bir karpuzcuya rastlamışlar. Adam “Dayı bize bir karpuz ver” demiş. Karpuzcu da karpuzu tartıp vermiş. Adam elindeki kocaman bıçağı karpuzu kesmek için sokmuş, bıçak elinden kurtulup karpuzun içine dalmış. Adam önden oğlu da arkasından karpuzun içine dalmış. Havlan devlan derken karpuzun içinde bayağı gitmişler, sonunda İstanbul Beyoğlu'ndan çıkmışlar. İstanbul'a varır varmaz yorgunluklarını atmak için bir kahveye girmişler. Oğlan şapkasını eğmiş ve kabadayı pozuna girip efelenerek kahveciye “Ey kahveci, bir kahve yap da sana on para bırakayım.” diye seslenmiş. Kahveci de “Dayı kahve Yemen’den geliyor, on para idare etmez, sen yirmi para bırak” diye cevap vermiş. Oğlan da “On para yetmeyip yirmi para yeterse sen de bu kahveciliği bırak” demiş. Daha sonra baba oğul “Kahvenin bu kadar pahalı olduğu yerde para kazanılmaz” diyerek homurdana homurdana gerisin geri Alaçam’a dönmüşler. Bu hikâye de burada bitmiş. (Alaçam)          

Tilki ile Yılan:
Tilki ile yılan çok samimi iki dost olmuşlar, her gün beraberler. Beraber gezip beraber hareket ediyorlar. Bir gün geziye çıkmışlar, bir ırmağın kenarına gelmişler. Yılan “Tilki kardeş ben yüzme bilmem, beni boynunda geçirir misin?” demiş. Tilki de“Hay hay! Ne de olsa biz arkadaşız.” diye cevap vermiş. Onu boynuna almış, tilki tam ırmağın ortasına gelince, yılan yılanlığını yapacak tabi, tilkinin boynunu sıkmaya başlamış. Tilki anlamış işi. Yılana dönerek “Hiç olmazsa bari mübarek dilini bir öpeyim de beni öyle boğarsın” demiş. Yılan da “Öp bakalım” diye dilini uzatmış. Tilki yılanın dilini tutar tutmaz onu sarsıp sersemletmiş, kıyıya çıkınca da yılanı ok gibi uzatmış ve “Ben eğri büğrü arkadaş istemem, dosdoğru arkadaş isterim” diyerek ordan uzaklaşmış. (Çarşamba)

Kurt, Koyun ve Katır:
Bir gün kurt ile koyun ormanda karşılaşmış. Koyun kurdun kendisini yiyeceğini anlamış ve hemen plan yapmaya başlamış. Kurda “Kurt kardeş anladım ki sen beni yemek istiyorsun ama ben sana öyle bir oyun oynarım ki beni yemen mümkün olmaz” demiş. Bunu duyan kurt kendinden emin bir şekilde “Eh madem öyle, oyna da görelim” demiş. Koyun oyunda gerekli olan malzemeleri almak için kurttan izin istemiş. Gidiş o gidiş. Bir daha da geri dönmemiş. Koyunun oyununu anlayan kurt sinirlenip “Önüne geldi bir koyun, ye doyun doyun, nene gerek senin oyun” demiş. Böyle söylenip yoluna devam ederken karşısına bir katır çıkmış. Katır da kurdun kendisini yiyeceğini bilmiş ve kurtulabilmek için kurda “Kurt kardeş belli ki sen beni yiyeceksin. Lakin ben epey iri bir hayvanım. Beni böyle yemen zor olur. İyisi mi ben sana bir satır getireyim beni parçalar öyle yersin” demiş. Bu fikir kurdun aklına yatmış ve katıra “Peki öyleyse getir bakayım” demiş. Katır gitmiş ve bir daha da geri gelmemiş. Katırın oyununu anlayan kurt kendi kendine söylenmeye başlamış: “Önüne geldi bir katır, ye hatır hatır, nene gerek senin satır”(Terme)